EŞCİNSELLİK (Homoseksüalite). Cinsel dürtü ve davranışları bakımından karşıt cinse değil de, kendi cinsinden olanlara eğilim duyma. Bu hal nadiren organik bir nedene bağlıdır . Büyük oranda psikolojik bir bozukluktur.
Charles’la 1971 Nisanında beraber çıkmaya başladık. Ekim’e kadar öyle birlikte olduk; yemeğe çıkmalar, dansa gitmeler, tiyatro, sinema falan. İster inanın, ister inanmayın, Ekim’de birlikte yaşamaya karar verdiğimiz güne kadar cinsel ilişkide bulunmadık. Birbirimize karşı taahhüde girip kendi evimizde beraber oturmaya başladıktan sonra evli hayatı yaşamaya başladık… Neden mi? Evlenmeden önce cinsel ilişkinin doğru olmadığına inandığımızdan….”
Amerika’da cinsel davranışlar konusunda incelemeler yapan bir araştırmacıya bu yanıtı veren herhangi bir kadın ya da kız olsaydı, ahlak açısından bu davranış tarzı, en tutucu olanların bile onayını alırdı. Ne var ki burada söz konusu olan kişi, bütün dünyada sayısının bir kaç yüz milyonu bulduğu tahmin edilen “homoseksüel” (eşcinsel)ya da “homofil” (eşsever) olarak adlandırılan erkeklerden biridir.
Bu iki erkeğin beraberlikleri, yukarıda alıntı yapılan raporun yazan Mary Mendola ve onun gibi bazı düşünür ve bilimciler tarafından “doğal bir eğilimin ifadesi”, en azından “toplum açısından kesinlikle zararsız bir davranış” olarak nitelendirilmektedir.
Oysa sokaktaki adamla birlikte birçok psikolog da eşcinselliğe “doğaya aykırı”, “hastalıklı” bir davranış olarak bakmakta, sansasyonel basında bu yönde bir dizi yayın yapılmaktadır.
Eşcinsellik konusunun, sözcüğün Yunanca “homo” (aynı) ve latince “sexus” (cinsiyet) sözcüklerinden türetilme olduğu dışında, yaygın görüş birliği toplayan, önyargısız başka hiç bir yönü yok gibidir. Bu konuda sayıları az da olsa yetkin araştırma ve gözlemlerin bulguları önümüzde durduğu halde sokaktaki adamdan klinikteki psikiyatra değin, beslenen kanılar ve takınılan tavırlar genellikle bilimsel destekten yoksun olan ya da geçersizliği kanıtlanmış , bilimsel savlara dayanan önyargılardan kaynaklanmaktadır.
Yahudi-Hıristiyan geleneğinde yer alan, cinselliğin tek amacının üreme olduğu ya da olması gerektiği inancı, bu amaca doğrudan doğruya yönelik olmayan her türlü cinsel ilişki biçiminin (kadın ile erkek arasında, vajinal penetrasyon dışındaki birleşmeler dahil) lanetlenmesine ve zamanla yasal otoriteler tarafından yasaklanmasına yol açmıştır.
Cinsel yaşamın salt üremeye yönelik olmaktan kurtulduğu, doğum kontrol hapları, tüp bebekleri ve yapay döllenme yöntemleriyle donatılmış günümüzde bile, nüfus artış hızı eksiye inen gelişmiş bazı Batılı toplumlar dahil, eski tabuların etkileri bireylerin psikolojisinden silinmemiş bulunmaktadır ve toplumların çeşitli kurumlarında izlerini korumaktadır.
Birçok toplum cinsel özgürlüğü ne kadar benimsemiş olursa olsun, yazılı ve yazısız kurallarıyla eşcinselleri dışına itmektedir. Amerika Birleşik Devletleri’nde, hâlâ, bir çok eyaletin yasaları eşcinselliğe (bu arada evli kadın ile erkek arasındaki anal ya da oral sekse ve mastürbasyona) “doğaya aykırı suçlar”ya da “sodomi” kapsamından olarak ömürboyuna kadar varan hapis cezaları öngörmektedir. Halk arasında yaygın olan ve bu arada basın-yayın organları tarafından da abartılan önyargılar, eşcinseller üzerindeki manevi baskının dayanılmaz bir düzeye çıkmasına yardımcı olmaktadır.
Hemen hemen bütün klinik gözlemcileri, bir çok eşcinselin bu baskının altında toplum dışına itilenlerde sık görülen bir suçluluk duygusu içinde yaşadığını ve bu duygunun kimi zaman kendi kendinden nefrete bile dönüştüğünü belirtmektedir. Dolayısıyla halk arasında eşcinsellere yakıştırılan bazı hastalıklı davranışlar eşcinselliğin sonucu olarak değil, toplumsal baskının sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Kimi eşcinsel, yine toplum dışına itilenlere özgü bir başkaldırmayla, tüm gelenek ve göreneklere karşı çıkmaya, böylece kendisini aşağılayan toplumun üstüne çıkmaya çabalamaktadır.
Çoğumuzun eşcinsel denilince aklına ilk gelen çeşitli argo deyim ve tanım, insan cinselliği konusundaki çok basit bir yanılgıdan kaynaklanmaktadır. Biyolojik yapısı gereği, erkeğin üreme işlevinde “etken” rolü oynaması gerektiği, bunun da erkeğin psikolojik yapısını ve cinsel davranış tarzını belirlediği inancı, tüm canlılar gibi insanın da yapısında biseksiiel (her iki cinsiyete de eğilimli) özellikler taşıdığını ve cinsel davranışların kendiliğinden değil öğrenilerek kazanıldığını unutturmaktadır.
Bu doğmadan yola çıkılınca, erkeğin temel davranışsal özelliğini göstermediği tüm durumlarda bir ” sapma” olduğu kanısı halk arasında yerleşmiştir. Dolayısıyla, asıl eşcinselin “edilgen” rolünü benimseyen hastalıklı ya da anormal bir erkek olduğu sanılır. (Etken olan taraf, bir erkeklik özelliği olan saldırganlığını korumaktadır.)
Fizyolojik bakımdan erkek sayılması gerekirken, davranışı itibariyle kadın özellikleri gösterdikleri varsayılan eşcinsellerin “sapmalarının” nedenlerini bulmak ve tedavi etmek amacıyla yola çıkan bilim adamları da ortaya bazı kuramlar atmışlardır. Bunları başlıca beş gurupta toplamak mümkündür:
GENETİK SAPMA:
Ana babadan gelme bir genetik aksaklık sonucu eşcinsel eğilimlerin başgösterdiğini ileri süren bu kuram, kanıt olarak, yaşlı ana babalardan doğan erkek çocukların daha çok eşcinsellik eğilimi göstermelerini ileri sürmektedir. Gerçekten de yaşlı ebeveynden genetik aksaklıkların geçmesi olasılığının daha büyük olduğu bilinmektedir. Ancak yaşlı bir ana-babanın varlığında, çocuğun ruhsal gelişmesini etkileyecek başka çevresel ve ruhsal etkenlerin bulunduğu göz önüne alınırsa, bu kuramın en azından insanlar açısından mutlak bir geçerliliğinin bulunmadığı anlaşılmaktadır.
HORMONAL BOZUKLUK:
Cinsiyet hormonlarının keşfiyle, eşcinselliğin bir hormon eksikliğinden meydana geldiği düşünülmüş dolayısıyla bazı bilim adamları eşcinsellere erkeklik hormonu olan testosteron aşılayarak karşı cinse meyletmelerini sağlamak istemişlerdir. Sonuçta hormon tedavisi uygulanan erkeğin cinsel ilgi ve enerjisinin artmakla birlikte, karşı cinse eğiliminin artmadığı gözlemlenmiştir. Ayrıca hormonal bir bozukluk durumunda meydana gelmesi gereken fiziksel farklılıkların eşcinsellerde hiç görülmediği de saptanmıştır. Üstelik, her bakımdan “tam bir erkek” bedenine sahib olan bazı sahne sanatçılarıyla, erkek sporu olarak bilinen sporlarda doruğa çıkmış kimi sporcuların eşcinsel olduklarının açıklanması da eşcinselliğin belirli fiziksel özelliklerle bağlantılı olmadığını göstermektedir.
NÖROFİZYOLOJİK BOZUKLUK:
Beyinde meydana gelen bir sakatlanma ya da aksama sonucu, eşcinsel eğilimlerin başgösterebileceği hipotezi bazı beyin hasarlarını izleyen cinsel davranış bozukluklar görülmesine karşın, eşcinseller üzerinde beyin cerahisi yoluyla yapılan tedavi çalışmalarının sonuç vermemesi üzerine bir kenara itilmiştir.
FREUDCU AÇIKLAMALAR:
Günümüzde de psikiyartların çoğunlukla bağlı kaldıkları Freudcu kurama göre, eşcinsellik, çocukluk döneminde baba yerine anayla bir özdeşleşme sonucu “olgun erkek” özelliklerinin gelişmemesinden kaynaklanmaktadır.
Anaya karşı aşırı bir bağlılık, erkeğin yaşıtı kadınlarla ilişki kurmasını engeller; kadınlarla birleşmeyi, bilinçaltında anasıyla yatmak isteği taşımasından dolayı, günah bile saymasına yol açabilir.
Anayla aşırı özdeşleşme, onun yerini alarak babayı hoşnut etme isteğinin doğmasına yol açabilir. Bu da ileride erkeklere daha yakınlaşmak için bir neden olabilir. İtici bir baba imgesine karşı tepki olarak babayla özdeşleşememe sonucu, erkeksi özellikler yerine kadınsı özellikler gelişebilir. Bu da “efemine” denilen bir tip yaratır.
Kastrasyon kompleksinin bir uzantısı olarak, kendisiyle aynı fiziksel özelliğe (yani penise) sahip olmayan bir eşle birleşmenin penisini yok edeceği korkusu, erkeği kadınlardan kaçmaya zorlayabilir. Ne var ki, eşcinselliği patolojik bir eğilim olarak gören Freudcu psikanaliz yöntemleriyle yapılan terapi çabalarının olumlu sonuç vermediği görülmüştür. Son araştırmalarla da “anaya yakınlığın” karşı cinse duyulan eğilimin yüksekliğiyle birlikte yürüdüğü saptanmıştır.
Freud da sonradan “en normal kişinin bile eşcinselliği iradesiyle (yani çocukluktan gelme bir patolojik gelişme olmaksızın) seçebileceğini ya da bilinçli bir eğilim duyabileceğini” yazmıştır.
DAVRANIŞSAL AÇIKLAMALAR:
Cinsel davranış biçiminin öğrenilerek meydana geldiği düşüncesi, günümüzün bilim adamları arasında gittikçe yaygınlaşmaktadır. Canlıların evrimi üzerinde yapılan araştırmalar, en ileri aşamadaki canlıların gördükleri işlevlerin beyinlerindeki düşünme, hayaletme ve öğrenme merkezlerince yönetildiğini ortaya koymuştur.
Doğduğu andan itibaren, tamamen tek başına bırakılan bir maymun erginliğe eriştikten sonra karşı cinsiyetten başka bir maymunla kafeste yalnız bırakılınca, cinsel heyecan duymakla birlikte, doyuma nasıl ulaşacağını ancak zamanla öğrenerek bulmaktadır.
Eşcinselliğin sonradan bir koşullanmayla meydana geldiği varsayımı terapistleri tersine koşullandırma deneylerine itmiş; elektroşok dahil uygulanan yöntemlerin hiçbiri eşcinseller üzerinde olumlu bir sonuç vermemiştir. Tersine, bu tür zorlamalar, ters etki yapmıştır.
Ancak, hayvanlar arasında olduğu gibi insanlar arasında da bir cinsin karşı cins olmadan tecrit edildiği ortamlarda (hapishanelerde, yatılı okullarda, kışlalarda, savaşta, toplama kamplarında) cinsel dürtülerin uzun dönemde yetersiz kalan mastürbasyon dışındaki tek çıkış olanağı olarak eşcinselliğe yöneldiği de bir gerçektir. Örneğin İngilizlerin yatılı okul sisteminin, eşcinselliğin gelişmesi için uygun bir ortam yarattığı hep ileri sürülmüştür.
Öte yandan, erkekler arasındaki fiziksel temasın hoş görülmediği Batılı ve Batı etkisindeki toplumlarda, erkeklerin bu eksikliği giderici nitelikteki bazı kurumlara çok rağbet gösterdikleri gözden kaçmamaktadır. Bazı psikologlar bu toplumsal olguyu erkeklerin “saklı eşcinselliği”ni ortaya vuran bir çıkış yolu olarak görmektedirler.
Doğada Eşcinsellik:
Eşcinselliğin doğaya aykırı olduğu savının karşısına çıkan önemli olgulardan biri, farelerden fillere kadar birçok hayvan türünde eşcinsel davranışların gözlemlenmiş olmasıdır. Özellikle evrim aşaması bakımından insana en yakın olan memelilerde ve primatlarda aynı cinsten olanlar arasında birleşmeler doğal ortamlarında ve oldukça sık olarak yer almaktadır. Sokakta köpeklerin birbirinin üstüne çıkıp çiftleşme hareketleri yapması hemen herkesin bildiği bir şeydir. Köylerde, yapay dölleme için meni elde edilmek istendiğinde, damızlık boğanın önüne “kışkırtıcı” olarak genç bir boğa çıkartılır. Bu sık sık yapıldığı takdirde, damızlık boğa dişilerden daha çok kendi cinsine ilgi gösterir hale gelir. Genel bir kural olarak, öğrenme gücü ve zeka bakımından insana yakınlaştıkça, hayvanlarda “homoerotik” (kendi cinsiyle erotik ilişkili) ve “oto erotik” (kendi kendisiyle erotik ilişkili) davranışların daha sık gözlemlendiği söylenebilir.
0 yorum:
Yorum Gönder